Yol arkadaşı Dündar Taşer, bir gün "Türkeş'in yerine sen niye lider olmuyorsun?" sorusu ile karşılaşır. Soruya, Türkeş'i çok iyi anlatan şu sözlerle cevap verir:
- Ben, bir duvarın yıkılması gerekiyorsa balyoz ararım. Bulamazsam, bir iki tekme atar, gövdem ile yoklarım. Olmazsa vazgeçerim. Ama Türkeş farklı. O, vücuduyla yüklenir, kafası ile vurur. Düşer bayılır, sonra devam eder. Türkeş o duvarı yıkar. İşte lider odur!
Ruhu şad olsun....
Ailesine son derece düşkündü. En çok, Kenan Evren ve Konsey üyelerinin kendisine yaptığı haksız muamele ve ailesinden bahsederdi.
Cebinde küçük oğlu Ahmet'in fotoğrafı vardı. O fotoğrafı zaman zaman çıkarır, dakikalarca bakardı.
Ailesinden ve çocuklarından bahsederken, gözlerinin yaşardığına çok şahit oldum.
Yıllar sonra bu yaşadıklarımı oğlu Tuğrul Türkeş'le paylaştım. "Başbuğ'un gözlerinin yaşardığından" bahsettim...
"Doğru" dedi. O sert görünümünün altında son derece duygusal bir insan bulunduğunu anlattı:
- Annemi kaybettiğinde çok sarsıldı. Hepimizin gözlerinin önünde yatağa kapandı ve hıçkıra hıçkıra ağladı.
Ardından ekledi:
- Ama, toprağa verip, son görevini yaptıktan sonra, arkadaşlarına dönüp, "Haydi çıkıyoruz" dedi. Çünkü, TBMM'de önemli bir konu görüşülüyordu. Acısı çok taze olmasına rağmen, Meclis'e gitti. Görüşmelere katılıp, oyunu kullandı.
Türkeş, özel hayatında son derece müşfik, temel meselelerde ise tavizsizdi!
Türkeş'i, 1970'li yılların başında tanımıştım. Pek çok kişi gibi bende de aynı izlenimi bırakmıştı:
Yüzü pek gülmeyen, oldukça sert ve tavizsiz bir lider!
Yanıldığımı yıllar sonra anladım. 1980 İhtilali'nin ardından, bıraktığı genel izlenimin tam tersi bir kişilikle karşılaştım. Alparslan Türkeş'in de bizlerden pek farklı bir insan olmadığını gördüm.
Askerlik görevimin bir bölümünü Mevki Hastanesi'nde geçirdim. Alparslan Türkeş de hastanede "tutuklu" olarak tedavi görüyordu. O da bizim gibi pijamalarıyla koridorlarda geziyordu. Aramızdaki tek fark, peşindeki jandarma erleriydi.
Hastanede geceler geçmek bilmiyordu...
Zaman zaman Alparslan Türkeş'in odasına gidiyor, çoğunlukla da koridorda saatlerce "volta" atıyorduk. Yanına uğramayı ihmal ettiğim zamanlarda ise haber gönderip çağırtıyordu.
Uzun uzun sohbet ediyorduk...
Karşımda, babacan tavırlı ve anlayışlı bir insan vardı.
Yine bir "volta" sırasında koridorda paspas yapan görevli önümüze dikildi. Tavana doğru bakıp, sordu:
- O keçi resmini kim yaptı oraya? Türkeş'le birlikte gayri ihtiyari işaret ettiği yöne doğru baktık.
Hastane hizmetlisi "zınk" deyip, gülmeye başladı. Aklınca, bizimle eğleniyordu. Kim bilir, belki de Alparslan Türkeş gibi bir insanı "işlettiğini" düşünüp, bundan zevk alıyordu! Karşısında, geçmişte Başbakan Yardımcılığı yapmış bir insan vardı. O'na, "zınk" demenin hazzını yaşıyordu!
Sinirlenip, tepki gösterecek oldum...
Türkeş, hiçbir şey olmamış gibi davranıp, kolumdan tuttu. Biz yürüyüşümüze devam ettik. Biraz uzaklaşınca da "aldırma oğlum" dedi:
- Cahil!Başbuğ'un ihtilal günlerinde en yakınındaki isimlerden biri olan Aydoğan, o günleri şöyle anlattı: 'Başbuğ, ihtilalin Türk milliyetçiliğini çektiği işkenceden, cefadan kurtaracağını umut ediyordu. Ülkücüler devlete karşı değildi. 'Türkiye'nin bölünmez bütünlüğünü korumaya çalışan, ülkesini seven insanlara ihtilal ne yapar?' diye düşünüyordu. Cevat Doğan, 11 Eylül akşamı Başbuğ'un yanına geldi. Bize Başbuğ'a çok önemli haber getirdiğini söyledi. Cevat Doğan, beni dışarı çekti, 'Bu akşam ihtilal yapacaklar dikkatli olun, Başbuğ'a onu haber vermeye geldim' dedi. Daha sonra Başbuğ'un yanına girdi ve ona da bunu iletti. Başbuğ, daha sonra odadan çıkarak yanımıza geldi. 'Bu akşam ihtilal yapacaklarmış, inşallah memleketimize hayırlı olur. Ancak en iyi ihtilal, en kötü demokrasiden daha kötüdür' dedi. İhtilal olacağını bildiği halde yüzünde hiçbir tedirginlik görmedim.'
Kaçıralım teklifi
'Türkeş ihtilal taraftarı değildi; fakat ihtilale karşı koyma niyeti de yoktu' diyen Aydoğan, sözlerine şöyle devam etti:
'11 Eylül gecesi hava iyice kararmıştı. Konya yolundan Oran'a döndüğümüzde üç resmi üniformalı askerin yolda bizi beklediğini gördük. Üçü de yüksek rütbeli askerlerdi. Arabayı kenara çektik. Başbuğ'a ihtilal olacağını söyleyen askerler, 'Seni alalım, götürelim, saklayalım, kaçıralım' dediler. Aralarından biri, 'Başbuğum ayaklarını öpeyim, sen kendine ait değilsin, sen Türk dünyasına, sen ülkücülere aitsin' dedi. Başbuğ bu teklife çok sinirlendi, 'Ben suçlu değilim, vatan haini değilim. Ben vatanımdan kaçmam' dedi ve onları reddetti.
Gerekirse yakınEve gelindiğinde yanında Yaşar Okuyan da vardı. Neler yapılacağını konuşuyorlardı. Bana partiye ve gençlik kollarına gitmemi ve onları uyarmamı söyledi. Birilerinin oralara bir şeyler koyarak, MHP'ye iftira atabileceklerini düşünüyordu. 'Çok dikkatli olsunlar, en ufak çivi dahi bulundurmasınlar. Hatta gerekiyorsa bir tüpü açıp orayı yaksınlar. Biz kendimizden eminiz fakat başkaları bir şeyler koyabilir' diyordu. Gençlik kollarındaki arkadaşlara olabilecekleri anlattım. Onlar da kendilerinden çok eminlerdi. 'Bizde yasa dışı bir şey yok' diyorlardı. Suç unsuru olabilecek bir şeyler konulmuş olabilir diye bizzat kendim her yeri didik didik aradım. Bir şey olmadığı için oraları yakmaya gerek görmedik. O sırada kendimizi bile iğneden ipliğe kadar aradık.'
Şıvgın'ın evinde kalmadıTürkeş ile birlikte o geceyi geçirmek için Halil Şıvgın'ın evine gittiklerini söyleyen Aydoğan, orada çok fazla kalmadıklarını ve başka bir yere gittiklerini belirtti. O gece yaşadıklarını hala unutamadığını aktaran Aydoğan, şu ifadeleri kullandı:
'Bana, 'Oğlum evleri de arayabilirler, sen eve git ve orayı kontrol et, bize de haber getir. Oradaki arkadaşlara ihtilal olacağını ve dikkatli davranmalarını söyle' dedi. Fakat Oran'a yaklaştığımda bir araba konvoyunun geldiğini gördüm. Biraz daha yaklaştıktan sonra askerlerin geldiğini gördüm. Veysel Karani Caddesi'nin başında araba konvoyu durdu ve askerler indi. Koşar adım Oran'a girdiler. Askerler, aynı anda Oran'daki bütün siyasilerin evlerine dağıldılar. Ben, arkadaşlara ihtilalin olacağını haber veremedim. Askerleri görünce kendimi Başbuğ'un evi ile Ecevit'in evi arasındaki ormanlığa attım. Yere uzandım ve olup bitenleri izlemeye başladım. Bülent ve Rahşan Ecevit'i askeri araca bindirdiklerin gördüm. Ecevit'in üzerinde bir mont, başında da beyaz bir şapka vardı.
Hesap ver Türkeş EfendiDaha sonra, bulunduğum yerden Başbuğ'un evine sürünerek yaklaştım ve olan biteni izlemeye başladım. O zamanki Sıkıyönetim Komutanı elinde silah, arkasında askerlerle birlikte eve girerken bir yandan da, 'Şimdi hesap ver bakalım Türkeş Efendi' diye bağırıyordu. Evde kimse yoktu, eşyaları dışarı atıyorlar, camları kırıyorlardı. Bizim görevli polisleri de dövüyorlardı. Hatta aralardan birini çok kötü dövdüler, kaldırıp kaldırıp yere vurduklarını gördüm. Dövenler asker değil, subaylardı. Beni de yakalayacaklar korkusu ile neredeyse toprağın altına girecektim. Oradan bir şekilde kaçtım ve Başbuğ'un yanına gittim. Olan biteni kendisine anlattım. Bir hafta sonra beni yakaladılar ve Mamak Askeri Cezaevi'ne götürdüler.'
Namazla ders verdiRamazan ayı içerisinde gerçekleştirilen bir Erzurum ziyaretinde yaşadıklarını hiç unutamadığını söyleyen Veysel Aydoğan, o gün yaşananları şöyle aktardı:
'Erzurum il başkanının evinde akşam yemeğini yedik. Evin salonu teravih namazı kılmak için müsaitti. Başbuğ, Erzurumlu İlahiyat Fakültesi mezunu Yılmaz Saka'yı teravih namazını kıldırması için çağırmamızı istedi. Bunu duyan Yılmaz, 'Ben Başbuğ'un önünde nasıl namaz kıldırırım' dedi. Bunu duyan bir başka İlahiyatçı Lokman Abbasoğlu da 'Türkeş'in önünde nasıl namaz kıldırırım?' ifadesiyle ortalıkta görünmedi. Namaz kıldırmaya ehliyetli kişiler, Başbuğ'a olan saygılarından dolayı onun önünde namaz kıldırmaya cesaret edemediler. Bunun üzerine Başbuğ, imam cüpbesi ile sarığını istedi. 'Bakın şimdi ben size nasıl ceza vereceğim' dedi. Başladı namazı kıldırmaya. O kadar yavaş namaz kıldırdı ki, oradakilere saatlerce namazla işkence yaptı.'
Çok yürekli bir insandı
TÜRKEŞ'İN sol gruplar için büyük bir hedef olduğunu ve sık sık onlardan ölüm tehditleri aldığını belirten Aydoğan, 'Başbuğ, çok yürekli bir insandı ve tehditlerden korkmazdı' ifadesini kullandı. Aydoğan, 'CHP Ankara il binasında bazı dokümanlar yakalandı. O dokümanlarda Başbuğ'un ne zaman, nerede, ne yaptığını ve yol güzergahlarını gösteren ayrıntılı bir rapor ele geçirildi. Başbuğ, buna rağmen hiçbir zaman yolunu değiştirmedi. Bizlere sürekli, 'Köpekten kaçarsak, köpek üzerine daha çok gelir' derdi. Başbuğ'un tek güvendiği imanıydı. Allah'ın onu koruyacağına inanırdı' dedi.
Sabah namazını kaçırmazdı
'Başbuğ'un bir gün olsun sabah namazına kalkmadığına şahit olmadım' diyen Aydoğan, Türkeş'in sabah namazından kahvaltı saatine kadar Kur'an okuduğunu, daha sonra devlet ve parti işleriyle ilgilendiğini belirtti. Türkeş'in Kur'an okurken Türkçe notlar tuttuğunu ifade eden Aydoğan, yaşadığı bir anıyı şöyle anlattı: 'Başbuğ, Kur'an'dan çıkardığı manaları Türkçe notlar halinde kağıda dökerdi. Bunları belirli bir süre sakladıktan sonra da yaktırırdı. Başbuğ, bir gün yine Kur'an okurken tuttuğu notları yakmamı söyedi. Bunun üzerine ben de; 'Başbuğ'um bu yazdığınız notları kitap haline getirip yayınlasak iyi olmaz mı?' dedim. Onun cevabı ise; 'Oğlum benim Kur'an'dan anladığım şey, okyanustan ceviz kabuğu ile su almak kadardır. Benim Kur'an'dan çıkardığım anlam o kadardır. Kur'an'a kimse Türkçe tam anlam veremez' şeklinde olmuştu.
MHP lideri ve ülkücülerin Başbuğu Alparslan Türkeş, 1992 yılının sıcak bir haziran gününde partililerden gelen yoğun baskı üzerine, Apo'nun öldürülmesi için 3 kişilik bir tim kurdurdu.
Arkadaşlar arkalarında iz bırakmayacak. Yani, Suriye’ye resmi yoldan giriş-çıkış yapmayacaklar. Apo'nun izini bulun. Takibe alın. Değişik günlerdeki 24 saatleri için çizelgeler hazırlayın. Geliş-gidişlerini kontrol edin. Yaşadığı binanın konumu ve durumunu iyice belirleyin. Eve gelip-gidenler hakkında da bilgi sahibi olun.
MHP lideri ve ülkücülerin Başbuğu Alparslan Türkeş, 1992 yılının sıcak bir haziran gününde, Özel Kalem Müdürü Sami Cezaroğlu'na şu talimatı veriyordu:
‘‘Sami Bey, derhal V.K.'ya ulaşın, acele Genel Merkez'e gelsin!’’
O yıllarda, cep telefonları henüz icat edilmişti ama, Türkiye'de kullanıma başlanmamıştı. Böyle acele işlerde, çağrı cihazları imdada yetişiyordu. Sami Cezaroğlu, V.K.'nın çağrı cihazına hemen bir mesaj geçti ve kendisini MHP Genel Merkezi'ne davet etti. V.K., ‘‘Başbuğ’’dan gelen bu ‘‘acele davet’’ mesajını alınca, çok heyecanlandı. Bir nefeste, kendisini başkentin Strazburg Caddesi'ndeki MHP Genel Merkez binasında buldu.
Ülkücü genç, huzurdaydı; Başbuğ'un karşısında, esas duruşta bekliyordu. Başbuğ'un olağandışı ruh hali sanki yüzüne yansımıştı. Suratı çok gergindi. Konuşması, her zamankinden çok daha sertti. Düşünceliydi; herhalde yeni bir karar arifesindeydi. Türkeş bir an sustu, V.K.'nın heyecanı da doruğa ulaştı. Ülkücü genç, acaba niçin huzura çağrılmıştı? Başbuğ'un içinde fırtınalar estiği her halinden belliydi. Ama o, hangi fırtınaydı?
EMREDERSİNİZ
Evet, Türkeş, beyninde yoğurduğu düşüncelerini talimat olarak aktarmaya başladı: ‘‘Evladım... Senden, Apo'nun kellesini istiyorum!..’’
Esas duruşta, büyük bir ciddiyetle MHP Lideri'ni dinleyen V.K., Türkeş'in talimatları bittikten sonra, ‘‘Emredersiniz Başbuğum’’ diyerek karşılıkta bulunuyor, bu arada omuzlarına yüklenen çok önemli ve zorlu görevi kısa zamanda, yüz akı ile yerine getirmek için yeni bir maratonun emrini almış oluyordu.
‘‘Maraton’’ diyoruz, çünkü V.K., o tarihe kadar ‘‘ülkü’’ için başka maratonlar da koşmuş ve hepsinde ipi göğüslemişti. Ancak bu, gerçekten ‘‘zorlu’’ bir maraton olacaktı.
V.K., Başbuğ'un huzurundan ayrıldıktan sonra, büyük bir heyecanla işe koyuluyor, Türkeş tarafından omuzlarına yüklenmiş olan o çok önemli görevin üstesinden gelebilmek için planlar yapmaya başlıyordu.
BÜYÜK OPERASYON HAZIR
V.K., bölge halkından olduğu için Suriye'yi avucunun içi gibi biliyordu. Sıra, eylem planını hazırlamaya gelmişti. Reis, önce Almanya'da yaşayan ülkücü H.D.'ye telefonla ulaşıp, acele Ankara'ya gelmesini istedi. H.D. de yıllarca Gaziantep'te yaşamış, bu arada Suriye'ye sık sık geçip, komşu ülkeyi köşe-bucak öğrenmiş, 12 Eylül İhtilali'nden sonra da cezaevine düşmüş, ancak tahliye olur olmaz soluğu Almanya'da almıştı.
TİM TAMAM
H.D., Ankara'ya niçin davet edildiğini bilmiyor, ama, Reis'in, kendisini yeni bir göreve yönlendireceğini tahmin ediyordu. Berlin'deki bu ülkücü, heyecanla arabasına atladı ve 48 saat sonra Ankara'ya ulaştı. ‘‘Elde var bir’’ diyen Reis, Suriye operasyonunda bir ikinci kişiyi daha görevlendirmek istiyordu. Kafasında, o işi de çözmüştü. Yine telefonla, bu defa ülkücü A.B.'ye ulaştı. O da, Suriye'yi komşu kapısı yapan gençlerdendi. Apo'nun hesabını görecek olan tim oluşmuştu; ama Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin 8 yıldan beri peşinde olduğu o bölücüye nasıl ulaşılacaktı... V.K., beyninde, operasyonun kurgusunu tamamladı. Birkaç gün sonra tekrar Başbuğ'un huzuruna çıktı. Planını bütün ayrıntılarıyla MHP Lideri'ne arz etti; gerekli onayı aldı. Ama iş bununla bitmedi. Başbuğ onay verirken, ülkücülerin reisine şu uyarılarda bulunuyordu:
TELEFON KULLANMAYIN
‘‘Evladım, sen bu operasyonu Türkiye'den yöneteceksin. Belirlediğin iki arkadaş bölgeye sevk edilecek. Ancak onlar arkalarında iz bırakmayacak. Yani, Suriye'ye resmi yoldan giriş-çıkış yapmayacaklar. Ya pasavan (sınırdaki mülkî amirlerin verdiği özel geçiş belgesi) kullansınlar, ya da kaçak gidip-gelsinler. Apo'nun izini bulun. Takibe alın. Değişik günlerdeki 24 saatleri için çizelgeler hazırlayın. Geliş-gidişlerini kontrol edin. Yaşadığı binanın konumu ve durumunu iyice belirleyin. Eve gelip-gidenler hakkında da bilgi sahibi olun. Kurmayca plan yapın. Toparladığınız bilgileri, kuryeler aracılığıyla bizlere ulaştırın. Asla telefon hattını kullanmayın. Sizin bulunduğunuz bölgeye Türkiye'den sık sık kuryeler gelip-gidecek. Onları da güvenli kişilerden seçelim.
Allah muvaffak etsin. Tanrı Türkü korusun.’’
Gözükarabıçkın ve ‘Reis’
Ülkücü genç, büyük bir örgütçüydü; yüksek öğrenim görmüş, mühendislik tahsili yapmış, genç yaşına rağmen uzunca bir süre Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde kamu görevlerinde bulunmuştu. Bıçkındı. Gözü karaydı... Çok çabuk karar verebilen bir kişiliğe sahipti. Ülkücü gençler, kendisini çok seviyor ve ‘‘Reis’’ diye hitap ediyordu. Reis, ülke bütünlüğünü birinci derecede ilgilendirdiğine inandığı böylesine önemli bir görevi yerine getirebilmenin heyecanına kapılmıştı. Başbuğ'un, ülkücü Reis'e ‘‘Kellesini istiyorum’’ dediği Abdullah Öcalan, namı diğer Apo'nun ise o tarihlerde Suriye'de yaşadığı biliniyordu. PKK Lideri, 1984'te başlattığı eylemleriyle Türkiye'yi kan gölüne çevirmişti. Bu yüzden, yıllardan beri Güneydoğu Anadolu bölgemizde düşük yoğunluklu bir iç savaş yaşanıyordu.
Bu adam niçin öldürülmüyor?
RIZA Müftüoğlu, PKK Lideri Abdullah Öcalan'ın öldürülmesi için Türkeş'in emriyle oluşturulan tim konusunda şunları anlatıyor:
‘‘Merhum Türkeş, tüm yaşamı boyunca bölücülüğü ülkemiz için birinci derecede tehlikeli sorun olarak görmüştür. Türkeş'e göre, bu tehlikeyi ‘İran modeli İslami rejim' izlemekteydi. Başbuğ, cezaevinden 1985 yılında tahliye olduğu sırada, özellikle Güneydoğu Anadolu'da PKK terörü filizlenmeye başlamıştı. Bu mesele, Başbuğ'un kafasını çok meşgul ediyordu. 1990'lı yıllara geldiğimiz zaman, bölücü terör meselesi artık ülkenin birlik ve bütünlüğünü sarsacak boyuta ulaştı. Bu harekátın başında bulunan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Abdullah Öcalan, ferdi bulunduğu ülkeyi parçalamak için Suriye'de karargáh kurdu. Olay, her geçen gün tırmanıyordu. Genel Başkanımız, bu meseleyi hemen her gün, diyebilirim ki her saat, büyük bir hassasiyetle takip ediyordu.
Artık tahammülü kalmamıştı. Bu fitneyi yöneten bölücünün bütün hareketleri, basın tarafından kamuoyuna yansıtılıyordu. Ancak, devletimizin güvenlik ve istihbarat örgütleri, her nasılsa bölücübaşının bu fitne karargáhına ulaşamıyor ve onu etkisiz hale getiremiyordu. Başbuğ, Parti örgütünün ve halkımızın manevi baskısı altındaydı. Nitekim, bu baskının sonucunda bir şeyler yapmak gerektiğini düşündü. Bunu, zaman zaman Parti'nin Başkanlık Divanı ve Genel İdare Kurulu toplantılarında dile getirdi. ‘Devletimize, bu konuda bizim de yardımcı olmamız gerekiyor' derdi.
İBRET OLSUN
Genel Başkan, 1992 yılında, Parti Genel Merkezi'ndeki basın toplantılarından birisinde, PKK terörü konusunu ayrıntılı bir biçimde gündeme getirdi. Toplantıyı izleyen partililerden birisi, daha sonra Başbuğ'u makamında ziyaret ederek, duygu ve düşüncelerini aktardı. Başbuğ'un MHP'li konuğu, ‘Sayın Genel Başkanım, basın toplantınızı izledim, çok etkilendim. Hiçbir lider, bu konuyu bu derece açıklıkla ortaya koymuyor. Bu Apo, niçin öldürülmüyor' dedi.
Genel Başkan'ın cevabı ise şöyle oldu:
‘Hükümetimizin bu konudaki siyaseti nedir, doğrusu bilmiyorum. Ama, bu caninin kısa zamanda ortadan kaldırılması gerekir. Hatta, mümkün olsa da getirilse ve ibret-i alem için bir meydanda asılsa.'
Evet, bu basın toplantısı ve ardından kendisini ziyaret eden partilinin sözleri, bardağı taşıran son damla oldu. Genel Başkan, artık örgüt olarak bir şeyler yapmak gerektiğine inandı ve düğmeye bastı. Çok güvendiği ülkücü bir genci, bu meseleyi çözmesi için görevlendirdi. Ülkücü arkadaş, yanına iki ülküdaşı daha alarak işe koyuldular.
Operasyonun ön hazırlıkları ve keşif çalışmaları, yaklaşık 1 yıl sürdü. Bu zaman içerisinde, görevli arkadaşlar, Genel Başkan'ı sürekli bilgilendirdiler ve kendisinden taktik aldılar. Gelen haberler heyecan vericiydi...’’
Son 12 yılın tanığı
TÜRKEŞ'in, partideki Yardımcısı Rıza Müftüoğlu, 12 yıl boyunca kendisine adeta ‘‘sır kátipliği’’ yapmıştı. Bu öyle bir kátiplikti ki, uçakların kara kutusundan farkı yoktu. Türkeş, 12 Eylül 1980 İhtilali sonrasında yaklaşık 5 yıl cezaevinde kaldı; tahliye edildikten sonra, ‘‘yasaklı’’ olduğu için uzun süre aktif siyaset yapamadı. Türkeş, Rıza Müftüoğlu'nun sahibi bulunduğu ve Ankara'da yayınlanan Yeni Düşünce gazetesi aracılığıyla, ülkücüleri yeniden örgütlemeye başladı; çünkü Yeni Düşünce, Türkeş'in yeni sözcüsü konumundaydı. Rıza Müftüoğlu ise tüm gençliğini ülkücü camiada yaşamıştı. 12 Eylül öncesi, Ülkücü Maliyeciler ve İktisatçılar Derneği ‘‘Ülkü-Bir’’in Genel Başkanlığı'nı yapmış, ihtilali takiben tutuklanarak MHP Davası'nın ‘‘Eğitimciler’’ bölümünde yargılanmış ve 27 ay cezaevinde kalmıştı. Savcı, Müftüoğlu'nun Türkeş'e sürekli yardımda bulunduğunu iddia etmekteydi. Rıza Müftüoğlu, özgürlüğüne kavuştuktan sonra, tüm faaliyetlerini Yeni Düşünce gazetesinde yoğunlaştırdı. Bu arada, Türkeş ve Müftüoğlu, çalışmalarını Ankara Binektaşı Sokak'taki aynı binada sürdürmeye başladılar. Müftüoğlu, 1985-1997 yılları arasında Türkeş'in yakınındaki en etkili ve yetkili siyaset adamı konumuna ulaştı; MHP Lideri'nin pek çok özel görüşmesi ile iç ve dış seyahatlerine katılıp, bir döneme tanıklık etti. Rıza Müftüoğlu, 4 Nisan 1997 tarihinde vefat eden Alparslan Türkeş'in son 12 yılında tanıklık ettiği çok önemli olayların perde arkasını HÜRRİYET'e anlattı.
Türkeş’i, PKK’ya haraç veren işadamı harekete geçirdi
RIZA Müftüoğlu anlatıyor:
‘‘1991-1993 yılları arasında, PKK'nın eylemleri dayanılmaz hale geldi. İşte o dönemde, rahmetliden şöyle bir talimat aldım: ‘Toplum, PKK'dan korkmaya başladı. Dün, bana bir işadamı geldi. Ankara'nın Oran Sitesi'nde inşaatlar yapan büyük bir müteahhit. Kendisi sağ görüşlü. Ama korkudan PKK?ya haraç vermiş. Bunu, üzülerek ve büyük bir mahcubiyet içerisinde bana açtı. Bu çılgınca gidişe bir dur dememizi istiyor; benden, moral destek ve yardım bekliyordu. Haraç konusunda çeşitli duyumlar alıyordum, ama meselenin bu boyuta geldiğini doğrusu tahmin etmiyordum. Bunlar, önlerine gelen kim olursa olsun haraç alıyorlar, ihale alıyorlar, yeraltına hakim olmaya çalışıyorlar. PKK'nın geliri, sadece eroin ticaretinden değil, belki ondan daha çok, bu gibi ticari yollarla ve haraçlarla sağlanıyor. Bu psikolojik üstünlüğe bir son vermezsek, cinayetler giderek artacak. Şimdi sen, basın aracılığıyla kamuoyuna sık sık demeçler vereceksin. ‘Biz iktidar olursak, Apo'yu yakalar, getirir ve asarız' diyeceksin